Genetik Modifiye Organizmaların Taşıdıkları Riskler
Altı milyarı aştığı belirlenen Dünya nüfusunun beslenebilmesi için, yeterli tarımsal üretim yapmada tek çözüm olarak “Tarımsal Biyoteknoloji” görülmektedir. Ancak bu yapılırken, çevremize ve gelecek nesillere etkileri olabilecek risklerin minimuma indirilmesi ve bunun için gerekli önlemlerin alınması göz ardı edilmemelidir.
Bu hususla ilgili olarak İzmir İl Çevre ve Orman Müdürlüğü’nden Biyolog Devrim SARIKAYA tarafından kaleme alınan ve www.vejetaryen.net sitesinde yayınlanan yazıyı dikkatlerinize sunuyoruz.
Transgenik ürünler tüm yararlarına rağmen bazı riskler taşımaktadırlar. Bu ürünler, doğada yetişen diğer ürünlerden farklı olarak kendi türlerine ait olmayan genleri taşıdıklarından beraberinde bazı önemli tereddütleri de getirmektedirler. Bu tereddütler ancak yoğun bilimsel araştırmaların yanı sıra uygulama sonuçlarının görülmesi ile zaman içinde giderilecektir. Transgenik ürünlerin üzerinde risk oluşturma ihtimali bulunan başlıca alanlar; insan ve hayvan sağlığı, biyolojik çeşitlilik, çevre ve sosyo-ekonomik yapıdır.
Uygulanmakta olan mevcut biyoteknolojik yöntemlerle bitkisel ürünlere aktarılan genler bitki, bakteri ve virüs kaynaklıdır. Gen aktarımı veya değişikliğe uğratılması sırasında işaretleyici olarak antibiyotik dayanıklılık genleri kullanılmaktadır. Gen aktarımı ile birlikte diğer organizmalardan hastalık ve alerji yapacak özelliklerin taşınma olasılığı, transgenik ürünlerin birincil ve ikincil metabolik ürünleri içinde beklenmeyen biyokimyasal ürünlerin bulunması riskini ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca, antibiyotik dayanıklılık genlerinin insan ya da hayvan bünyesine geçmesi nedeniyle dayanıklılık oluşması, transfer edilen genlerin insan bünyesindeki bakterilerle birleşme olasılığı, virüs kaynaklı genlerin dayanıklılık genini diğer virüslere transfer etme olasılığı da insan ve hayvan sağlığı için oluşabilecek risklerle ilgili diğer kaynaklardır.
Canlılara aktarılan yeni özellikler bu canlıların, özellikle bitkilerin, salıverildikleri çevrede bitki sosyolojisinin bozulmasına, doğal türlerde genetik çeşitliliğin kaybına, ekosistemdeki tür dağılımının ve dengenin bozularak genetik kaynakları oluşturan yabani türlerin doğal değişimlerinde sapmalara sebep olabilecektir. Transgenik ürünlerden olabilecek bir gen kaçışı yabani türlerin de aynı özelliğe sahip olmalarına neden olabilir. Bu durumda doğal değişim ve dolayısıyla gen kaynakları geri dönülmesi zor bir tahribatla karşı karşıya kalacaktır. Eğer yabani otlara dayanıklılık geni, transgenik bitkinin yabani türlerine geçer ise, bu türlerle yapılacak mücadelenin zorluğu açıktır. Böyle bir durumda mevcut gen kaynağının tamamen kaybedilmesi dahi söz konusudur. Ayrıca, yabancı ot ilaçlarına dayanıklı hale getirilmiş transgenik çeşitlerin üretildiği alanlarda bir yıl sonra gelişebilecek kendi gelen bitkiler, o yılki diğer bir ürün için yabancı ot durumunda olup, herbisitlerle mücadeleleri de güç olabilecektir.
Aktarılan yeni özelliklerden veya kullanılan teknolojide taşıyıcı olan veya değiştirilerek çevreye bırakılan mikroorganizmaların toprak mikroorganizma yapısına etkileri konusunda da endişeler vardır. Eğer geliştirilen mikroorganizmalar ortama hakim olurlarsa, doğal ortam bozulacaktır. Çevreye ve biyoçeşitliliğe, olabilecek bir diğer etki de, tek yönlü kimyasal uygulanmasından kaynaklanacak olan tek yönlü evrimin teşvik edilmesidir. Böylece ortamda, tek yönlü bir flora ve fauna oluşumu, dolayısıyla, çevrede bir dengesizlik meydana gelecektir. Ayrıca, virüslerden alınan genlerin dayanıklılık özelliğini diğer virüslere transfer etmesi durumunda virüs popülasyonlarında istenmediği halde dayanıklılık oluşacağından çevre için ayrıca bir risk oluşturmaktadır. Zararlılara dayanıklı transgenik çeşitlerin, doğada hedef olmayan diğer faydalı ve zararlı canlılara etkileri de ihtimal dahilindedir.
Bitki çeşitlerinin teknoloji ürünü çeşitler haline gelmesi geleneksel çiftçilikte ve yerel türlerin kullanımında olumsuz etkilere neden olacağı gibi, tarımda dışa bağımlılık sonucunu da doğuracaktır. Çünkü, transgenik ürünler gelişmiş ülkelerde ve özel sektör tarafından kar amacıyla üretilmektedir. Bu ürünler için her yıl tohum yenilenmesi gerekmektedir. Ancak, transgenik ürünlerin tohumları transgenik olmayanlara göre daha pahalıdır. Yüksek fiyat nedeniyle tohumluk alımını uzun süre devam ettiremeyecek olan küçük çiftçiler bu durumdan zarar göreceklerdir. Ayrıca, transgenik bitkilerin üretimi ile tarımsal üretim sistemlerinde de değişiklikler olabilecektir. Transgenik ürünlerin tüketiciler tarafından tercihi ve halkın kabulü de olayın bir diğer sosyo-ekonomik boyutudur.
YASAL DÜZENLEMELER…
DÜNYADA DURUM
Dünyada Genetik Modifiye Gıdalar (GMG) ile ilgili tartışmalar halen devam etmekte olup, Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de bu ürünlere karşı tüketicilerin büyük tepkisi vardır. Buna neden olarak, son yıllarda “deli dana” gibi vakaların ortaya çıkması sonucu tüketicilerin denetim sistemlerine güvenlerinin kalmaması gösterilmektedir. AB, bu tür ürünlerle ilgili ortak bir düzenleme getirmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin de dahil olduğu 130 ülke 24 Mayıs 2000’de “Birleşmiş Milletler Biyogüvenlik Protokolü”nü imzalamışlardır. Bu protokolün amacı, biyoteknolojinin dünyanın doğal kaynaklarına verebileceği zararı en aza indirmek ve yaşayan modifiye organizmaları içeren ürünlerin ticaretini düzenlemektir. Bu protokol gereğince; biyomühendislik çalışmaları sonucu üretilmiş ürünlerin uluslararası ticaretinde, bu ürünlerin canlı modifiye organizmaları içerebileceklerine ilişkin bir belgeyi taşımaları gerekmektedir.
AB’nin genetik yapısı değiştirilmiş organizmaların çevreye salımı konusunda 23 Nisan 1990 tarih ve 90/220/EEC kodlu direktifi, GMO’ların ticaretinde ve doğaya salımında kurallar belirlemektedir. AB’nin genetik yapısı değiştirilmiş mikroorganizmaların kapalı kullanımı konusunda da 23 Nisan 1990 tarih ve 90/219/EEC kodlu bir direktifi bulunmaktadır. Bu direktifin amacı çevre ve insan sağlığının kapalı kullanıma tabii modifiye mikroorganizmalardan kaynaklanabilecek risklere karşı korunmasıdır. AB’nin GMO’ları içeren bir diğer direktifi Yeni Gıdalar ve İçerikleri konusundaki 27 Ocak 1997 tarih ve 97/258/EEC kodlu direktifidir. Bu direktif diğerlerinin yanı sıra GMO’lardan üretilmiş veya GMO içeren gıdaların insan sağlığı için tehlike oluşturmamasını garanti altına almayı amaçlar. Bu amaçla yeni gıdalar pazara sürülmeden önce AB’nin değerlendirmesine alınır.
GMO ihracatçısı ülkeler (ABD, Kanada ve Avustralya) Şili, Uruguay ve Arjantin’in de desteğini alarak GMO’ların serbest ticaretinden yana politika benimsemişlerdir. ABD’de genetik olarak modifiye edilmiş ürünler Gıda ve İlaç Dairesi (Food and Drug Administration-FDA), Çevre Koruma Dairesi (Environmental Protection Agency-EPA) ve ABD Tarım Bakanlığı Hayvan ve Bitki Sağlık Denetim Servisi olmak üzere üç resmi kurumun denetimindedir. ABD’de GMG’lerin etiketlenmesi ile ilgili bir zorunluluk yoktur, ancak eğer ürünün besin değerinde bir değişiklik varsa, sağlıkla ilgili bir uyarı gerektiriyorsa etiketlenmesi gerekmektedir. ABD’de GMG’lerin etiketlenmesine sıcak bakılmamaktadır. Çünkü bu durum genetik modifiye ürünlerin ayrı üretilip işlenmesini gerektirmekte, bu da ekonomik yük getirmektedir. AB ülkelerinde ise genetik modifiye ürünlerin etiketlenmesi zorunludur, ancak %1’den az genetik modifiye ürün içeren gıdaların etiketlenmesi zorunlu değildir.
ÜLKEMİZDE DURUM
Ülkemizde biyoteknoloji çalışmaları Üniversiteler ile Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğüne bağlı Araştırma Enstitülerinde yapılmaktadır. Mevcut çalışmalar, herhangi bir üründe transgenik ürün elde edilebilecek düzeye gelmemekle birlikte, çalışmaların büyük bir çoğunluğu teşhis ve karakterizasyon ağırlıklı olarak yapılmaktadır.
Tarım sektörü açısından bakılırsa, halen söz konusu ürünlerin Türkiye’ye ithaline izin verilmeyen Ülkemizde, üretimi yapılan herhangi bir transgenik ürün bulunmamakla birlikte, hazırlanan mevzuat kapsamında transgenik bitkiler 1998 yılından itibaren Alan Denemelerine alınmaya başlamıştır. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından pamuk, mısır ve patates için alan denemelerinin Tarımsal Araştırma Enstitülerinde yapılmasına izin verilmiştir. Bu ürünlerin ülkemizde üretilebilmesi için mevzuatta belirtilen tüm testleri geçmesi gerekmektedir. Bu testler verim yönünden üstünlük, aktarıldığı belirtilen özelliğin ortaya çıkması, flora ve faunaya etkisi ve gıda eşdeğerliliğinin tespiti için gerekli analizlerdir. Hayvancılık konusunda ise herhangi bir gelişme kaydedilmemiştir.
Ülkemizde transgenik bitkiler ile ilgili mevzuat çalışmaları Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü koordinasyonunda yürütülmektedir. “Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri Hakkında Talimat” 14.5.1998 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ancak, bu talimat kapsamında uygulamada ortaya bazı aksaklıklar ortaya çıkmış, bunun yanında tescil ile ilgili düzenlemelerin de yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur. Her iki konunun da “Bitki Çeşitlerinin Tescil Edilmesine İlişkin Yönetmelik” kapsamına alınması çalışmaları devam etmektedir.
Modern biyoteknolojide yaşanan gelişmelerin dikkate alınması ile DPT tarafından VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlık çalışmaları kapsamında “Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Komisyonu” kurulmuş olup, komisyonun hazırladığı rapor DPT’ye sunulmuştur. Komisyon raporunda getirilen temel öneriler VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planına alınmıştır.
RİSK ANALİZİ VE BİYOGÜVENLİK.
Transgenik ürünlerden doğabilecek risklerin azaltılması ve beklenen azami faydanın sağlanması mümkündür. Bu amaçla, transgenik ürünlerin üretiminde ve ithalatında öncelikle, bu ürünlerden beklenen azami fayda ile doğabilecek azami riskler kıyaslanmalıdır. Beklenen azami fayda için, transgenik ürünlerin ülkenin gerçekten tarımsal bir sorununa çözüm olup olmadığı ve ülkenin gerçekten bu ürünlere ihtiyacı olup olmadığı sorularına yanıt aranmalıdır. Öte yandan, transgeniklerin üretiminden doğabilecek azami riskler saptanarak, bu ürünlerin üretimi ile elde edilebilecek azami faydaların, ülkede doğabilecek azami risklere değip değmeyeceğine karar verilmelidir. Bütün bunlar yapılırken, tüketicinin tercihleri de göz önünde bulundurulmalıdır.
Bu doğrultuda, modern biyoteknoloji uygulamalarının ve ürünlerinin insan sağlığı ve biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşturabileceği olumsuz etkilerin belirlenmesi, belirlenen risklerin meydana gelme olasılığının ortadan kaldırılması ya da meydana gelme durumunda oluşacak zararların kontrol altında tutulması için gerekli tedbirlerin alınması, belirlenen ve kontrol altında tutulmaya çalışılan risklerle ilgili alınması gerekli tedbirlerin ilgili tüm mercilere duyurulması ve bilgi akışının ilgili taraflar arasında sağlanması amacıyla “Risk Analizi” ve “Biyogüvenlik Sistemi” kavramları ortaya çıkmıştır. Böylece bu ürünlerin üretiminde risklerin minimuma indirilmesi ve bazı durumlarda ise ortadan kaldırılması mümkün olmaktadır.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Günümüzde 6,3 milyarı aştığı belirlenen Dünya nüfusunun beslenebilmesi için, kıt kaynakların kullanılarak yeterli tarımsal üretim yapmada tek çözüm olarak “Tarımsal Biyoteknoloji” görülmektedir. Ancak bu alanda, çevremize ve gelecek nesillere etkileri olabilecek risklerin minimuma indirilmesi ve bunun için gerekli önlemlerin alınması göz ardı edilmemelidir.
Genetik modifiye ürünler konusundaki bilimsel ve mevzuat bazındaki eksiklik ve belirsizliklerin, ticari amaçları değil de, bilimsel ve insani amaçları ön plana çıkaran çalışmaların arttırılması ile sağlıklı bir çözüme kavuşturulacağı açıktır. Bu ürünlerin etiketlenmesiyle ilgili sorunlara çözüm getirilip, tüketicilerin güvenini arttıracak düzenlemelere öncelik verilmesi, dünyada acilen çözülmesi gereken bir konu olarak görülmektedir.
Konu Ülkemiz açısından ele alındığında, AB ile ilişkilerin belirleyici rol oynayacağı düşünülmektedir. Özellikle, katılım öncesi süreçte AB ile mevzuat uyumlaştırılması gereğince AB’de uygulanmakta olan risk değerlendirme ve sıkı etiketleme kurallarının yakın gelecekte Türkiye tarafından da benimsenmesi gerekecektedir. Böylece, iç ve dış ticarette bahsedilen kurallara yönelik düzenlemeler önemli yer tutacaktır. Ayrıca, Türkiye’nin buğday, arpa, baklagiller ve şeker pancarı gibi ana besin kaynaklarını oluşturan bitkilerin dışında birçok meyve ve sebzenin de doğal gen kaynaklarının bulunduğu bir ülke olduğu göz önüne alındığında, biyoteknolojik ürünlerin kullanımı ve çevreye salımı konusuna daha duyarlı yaklaşılması gereği ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan, tarım ve gıda sektörlerinin ihracat açısından önemi dikkate alındığında, transgenik üretim nedeniyle ihraç pazarlarında kısıtlamalara maruz kalması Türkiye’nin yararına olmayacaktır. Bu nedenle, biyoteknoloji ve biyogüvenlik araştırmaları konusunda Ar-Ge faaliyetlerinin desteklenerek bilgi ve yetişmiş eleman altyapısının kurulması büyük önem taşımaktadır. Tarım konusunda yapılacak genetik araştırmalarda, verim ve kalite artırıcı çalışmalara öncelik verilmelidir. Bu çerçevede, öncelikle Türkiye’nin taraf olduğu Biyogüvenlik Protokolü’ne uygun olarak risk değerlendirme, risk yönetimi ve izleme-kontrol düzenlerinin ve Biyogüvenlik Sisteminin kurulması gerekmektedir. Ayrıca, hukuki düzenlemelerin tamamlanarak, bunların tümünün VIII. Beş Yıllık Kalkınma Dönemi içerisinde gerçekleştirilmesi amaçlanmalıdır. Ülkemizde risk değerlendirmeleri ile herhangi bir ürünün transgenik bir ürün içerip içermediğinin tespitine yönelik analizlerinin yapılması için laboratuar alt yapısı oluşturulmalı ve bu konuda uzmanlaşmış personel istihdam edilmelidir. Türkiye’de genetik uygulamalara alternatif olarak öncelikle kalite ve verim artışına yönelik Bütünleşik Zararlı Yönetimi (Integrated Pest Management) ve Bütünleşik Ürün Yönetimi (Integrated Crop Management) gibi yöntemlerin yaygın biçimde kullanılması ile sürdürülebilir tarımsal gelişme ve gıda güvenliğinin sağlanması amaçlanmalıdır.
Hazırlayan: Devrim SARIKAYA – Biyolog (İzmir İl Çevre ve Orman Müdürlüğü)